Harvard’da kolajen genini keşfeden Yoshifumi’nin izinden giden Kadir Demircan soruyor: “Ya sağlığın kaderi yalnızca genetikte değilse? Görmediğimiz bir yüzü olabilir mi biyolojinin?”
Sağlığın genetikten öte bir yüzü olabilir mi?
Harvard’da Bir Deney
1970’li yılların sonunda, Harvard’a bağlı bir tıp laboratuvarında beklenmedik bir tablo ortaya çıktı. Kolesterol düzeyi yüksek diyetle beslenen laboratuvar tavşanları, kalp damar sisteminde bozulmalar göstermeliydi — en azından bilimsel beklenti bu yöndeydi. Fakat içlerinden bir grup, bu beklentiyi bozdu. Aynı besin, aynı ortam, aynı genetik… Fakat sonuçlar anormaldi: Bu tavşanlarda çok daha az damar tıkanıklığı vardı. Ölmüyorlar ve sağlıklıydılar.
Büyük sorunun peşine düşüldü. Deney yeniden yapıldı. Aynı koşullar tekrar edildi. Ve fark sonunda anlaşıldı: Anormal derecede sağlıklı çıkan tavşanlara bakan araştırmacı farklıydı. Onları sadece beslemekle kalmıyor, severek, konuşarak, başlarını okşayarak ilgileniyordu. Sonuçlar tekrarlandığında da bu “şefkatli bakım” her defasında daha sağlıklı sonuçlara yol açıyordu.
Bilim dünyasında nadiren rastlanan bu tür bulgular, ilk başta pek çok kişi tarafından “duygusal yorum” diye göz ardı edilse de, zaman içinde psycho-neuro-immunology (zihin-sinir-bağışıklık) alanında yepyeni bir sayfa açtı. İşte buna "Tavşan Etkisi" (The Rabbit Effect) denildi.
2. Genetikten Epigenetiğe: Sevgi Hücreyi Nasıl Şekillendirir?
Bilimin klasik çerçevesinde, genetik her şeydi. Kodlar, diziler, mutasyonlar… Ancak bu olay, genetik haritanın yalnızca potansiyel olduğunu; onu "okuyan elin" yani çevrenin, duygu durumunun, hatta insan etkileşiminin çok daha belirleyici olduğunu gösterdi. Bu; epigenetik çağının sessiz ama güçlü başlangıç notalarından biriydi.
Sevgiyle ilgilenilen tavşanların hücreleri, iltihap genlerini daha az aktive ediyor; bağışıklık sistemleri daha dengeli çalışıyordu. Hormon düzeyleri bile bu durumdan etkileniyordu. İnsanlarda da benzer etkilerin olduğunu gösteren onlarca çalışma, bu deneyin yankısıyla hız kazandı. Bugün biliyoruz ki:
Oksitosin, yani şefkat hormonu, inflamasyonu azaltabiliyor.
Pozitif sosyal ilişkiler, telomer uzunluğu gibi yaşlanma göstergelerini etkiliyor.
Duygusal destek, gen ekspresyonunu değiştirerek hastalık riskini azaltabiliyor.
İşte bu yüzden “elinden zehir olsa içerim” dediğimiz sevgi, bazı moleküllerden daha güçlü bir tedavi olabilir. Bilim, bunu artık göz ardı etmiyor.
3. Kliniklerin ve Laboratuvarların Ötesinde: İyileşmenin İnsan Hâli
Tavşan Etkisi sadece bir laboratuvar hikâyesi değildir. Bu etki, günlük yaşamın ta kendisidir. Bir çocuğun sarılışında, bir yaşlının elini tutuşta, bir hekimin göz temasında, bir aşçının yemeği sunuşunda kendini gösterir.
Şefkat; tıbbi protokollerin yazmadığı ama iyileşmeyi hızlandıran bir "epigenetik reçetedir".
Bugün birçok klinik, hastalara yaklaşım biçimini yeniden tasarlıyor. Sadece tedavi değil, iletişim dili de bir terapi biçimi sayılıyor. Fonksiyonel tıpta, psikoneuroimmunolojik yaklaşımlarda, hatta palyatif bakımda Tavşan Etkisi bir yol gösterici haline geldi.
Bir diyetisyen danışanına sıcak bir ses tonuyla "Birlikte başarabiliriz" dediğinde;
Bir hemşire iğne yapmadan önce “Biraz canın yanabilir ama buradayım” dediğinde;
Bir bilim insanı makalesini yazarken konusuna sevgiyle yaklaştığında…
Tavşan Etkisi harekete geçer. Çünkü insan, sadece beden değil, bütünlüklü bir varlıktır.
4. Genetik Bize Ne Der? Şefkat Ona Ne Yapar?
Biz, DNA’mızı anne-babamızdan miras alırız. Fakat bu, kader değildir. Epigenetik mekanizmalar, yani çevresel ve duygusal sinyaller, genlerimizin nasıl “davranacağını” belirler. Tavşan Etkisi işte burada bilimle buluşur: Genetik yapı taşlarını bile sevgiyle şekillendirmek mümkündür.
Harvard Üniversitesi bu keşfi bir nörolojik çalışma gibi değil, bir insanlık dersi gibi değerlendirdi. Bir deneydeki tavşanlar, insanlığın kendini hatırlamasını sağladı:
Hastalıkları iyileştirmek için önce insanı anlamak gerekir.
Ve bizler, bilim insanları, klinisyenler, öğretmenler, şefler, ses sanatçıları… Hepimiz, bu etkinin taşıyıcısı olabiliriz.